Dünya siyasetinde en çok tartışması yapılan fakat bir türlü ulaşılamayan “barış” kavramı, uğruna nice savaşlar verilmiş nice örgütlenmelere sebep olmuş; sonuçtan ziyade amaç olarak kalmıştır. İnsan değerinin tarih sahnesi boyunca birey endeksinde artması, eskisi gibi savaş, katliam gibi kavramlara karşı duyulan nefreti körüklemektedir. Savaş karşıtı hisler beslemenin yeterlilik sergilemediğini anlayan devletler, Birleşmiş Milletler gibi örgütler vasıtasıyla uluslararası barışı kurum garantisine almak istemiştir. Fakat uluslararası norm ve kurumların varlığı değil işlevi ve pozisyonu önemlidir. Hiyerarşik bir amaç listesinin başına uluslararası barış ve adaleti koyan Birleşmiş Milletlerin bazı olaylar karşısında yetersiz kaldığı sarihtir. 5 daimî üyenin veto hakkının bulunması, bir bakıma iplerin kimin elinde olduğunu ifade etmektedir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Dünya 5’ten büyüktür” ifadesi ile duruma tepki göstermiştir. Sadece organlar olarak değil durumlara tepki olarak da yetersiz kaldığının en güncel örneği Ukrayna Krizidir. Rusya’nın yaptıkları, kuvvet kullanma yasağının hiçbir istisnası ile örtüşmemektedir. Kendisi daimi üyedir fakat bu BM’nin harekete geçmeyeceği anlamına da gelmemektedir. Genel Kurul harekete geçirilebilir ama alınan kararlar tavsiye niteliğinden öteye gitmemektedir.
Briand-Kellog Paktı
Konumuzla ilgili bir panorama yaparsak başlangıca Briand-Kellog Paktı’nı koymamız gerekir. Amerika Dışişleri Bakanı Frank Kellog ve Fransa Dışişleri Bakanı Aristide Briand tarafından iki taraflı olarak tasarlanmış, sonrasında Washington’un istemiyle çok taraflı hale getirilmiş ve savaşın milli siyasete alet edilmemesini amaç edinmiş bir anlaşmadır. Sovyet-Amerika ayrışmasının ve NATO teşkilatının en temel yapı taşı sayılır. Antlaşmaya taraf olan devletler, aralarında çıkacak uyuşmazlık durumunda barışçıl yolları izleyecek, kayda değer bir çözüm bulunamadığı takdirde Milletler Cemiyeti tarafından tayin edilen hakemin kararına riayet edecektir. Fakat hiçbir cezai hükmünün olmaması, etki çevresinin ne kadar dar olduğuna sebebiyettir. Milletler Cemiyeti ve Briand-Kellog Paktı, 2. Dünya Savaşı’nın çıkmasını engelleyemediği gibi eksik yanlarıyla da tartışılır hale gelmiştir. 1945 yılında kurulan BM ise öncüllerinden miras kalan boşlukları tamamlayarak kuvvet kullanma tehdit ve söylemine bile fırsat vermemiştir. Türkiye ise ülkesinde bulunan Amerikan elçisinin de istemiyle iki kez kurucu üye olmak için başvurmuş fakat kabul edilmemiştir.
Nikaragua Davası
1979 yılında Nikaragua’da gerçekleştirilen ihtilal neticesinde başa geçen Sandista devrimcileri, Rusya ve Küba ile yakınlaşıp iyi ilişkiler kurarak Amerika’yı rahatsız etmiştir. Bu duruma kayıtsız kalamayan Amerikan yönetimi, Nikaragua içerisindeki paramiliter kontra gruplarına lojistik, finans ve askeri destekte bulunup istihbarat sağlamıştır. Nikaragua ise bu durumu Adalet Divanı’na taşımıştır. Kuvvet kullanımı karşısında Amerika’nın el çekmesini, Nikaragua’nın bağımsızlığını ve bütünlüğünü tehlikeye sokan faaliyetlerinden vazgeçilmesini ve bunlardan doğan tazminatını talep etmiştir.
Uluslararası Adalet Divanı, Nikaragua’yı haklı bulmuş fakat gelişmeleri silahlı saldırı kapsamında değil saldırı kapsamında değerlendirmiş ve nihayete erdirmiştir. Devletin, başka bir coğrafyada ayaklanan kontra gruplarına yaptığı yardımlar saldırı; kendi düzenli birlikleri (ordu) ile yaptığı saldırı ise silahlı saldırı olarak nitelendirilir. Arasındaki ince çizgi, saldırıda meşru müdafaa hakkı doğmazken silahlı saldırıda meşru müdafaa hakkının doğmasıdır. Nikaragua için meşru müdafaa hakkı doğmaz çünkü Amerika kendi ordusunu göndermek yerine hükümet karşıtı gruplara çok yönlü yardımlarda bulunmuştur. Bunun yanında Amerika güç kullanma yasağını da delmiştir. Nikaragua devletinin bağımsızlığı ve bütünlüğüne kasıtlı güç kullanılmıştır. Dava, Nikaragua’nın haklı bulunması fakat tazminat miktarının hesaplanması aşamasında dilekçenin geri çekilmesi ile sonuçlanmıştır.
11 Eylül Saldırıları ve Bush Doktrini
9/11 Saldırıları olarak da adlandırılan 11 Eylül Saldırıları, Amerika’nın dünya siyaseti ve müdahale kabiliyetini adına yeni bir sayfa açmıştır. 11 Eylül günü rotasından sapan American Airlanes uçağın kaçırılma şüphesiyle başlayan süreç, 5 teröristin uçağın kontrolünü ela alıp Dünya Ticaret Merkezi kuzey binasına 790 km/h süratle çarpmasıyla fitili ateşlemiştir. Kuzey kulesi ile beraber tedbir amacıyla güney kulesi de tahliye edilmek istendi ve kaçırılmış olan diğer United Airlanes uçağı da güney kulesine 950 km/h ile çarptı. Devlet başkanı Bush açıklama için kameraların karşısına geçtikten sonra bir yolcu uçağı da Pentagon’a çakıldı. Devam eden kule yangınlarında 200’e yakın insan kendini aşağı atarak kurtulmaya çalıştı. Saatler 9.59’u gösterdiğinde dayanacak hali kalmayan güney kulesinin yıkılışına dünya tanıklık etti. 10.28’de de kuzey kulesi yıkıldı. Saldırıyı Usame Bin Ladin liderliğindeki El-Kaide üstlendi. 2 Mayıs 2011’de de Usame Bin Ladin öldürüldükten 24 saat sonra Umman Denizi’ne atıldı.
Saldırıların ardından BM Güvenlik Konseyi 1368 sayılı kararında teröre karşı meşru müdafaa hakkı tanımış; 1373 sayılı kararında ise uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması için örgütlerin mal varlıklarının dondurulması, küresel teröre karşı iş birliği gibi düzenlemeler yapılmıştır. Bu kararlar Nikaragua Davası ile çelişir. Amerika’nın Suriye ve Afganistan’a girmesi ise bu kararlardan bağımsız olarak Bush Doktrinine dayanır.
Bush Doktrini, Amerika için tehdit unsurunun kesinleşmediği unsurları bile kapsayan ve kendisine müdahale hakkı tanıyan ve hedef ülkedeki rejimi değiştirme yetkisi veren, müdahaleci ve esnek hukuk kuralını benimseyen bir dış politikadır. Önleyici savaştan bahsedilir. Temel prensibi pre-emptive strike (yakın tehdidi önceden önleme ÖRN. Altı Gün Savaşları) ve preventive war (uzak tehdidi önceden önleme ÖRN. Irak Özgürleştirme Operasyonu) kavramları etrafında şekillenir. Bu durumda preventive war için daha agresif yol olduğunu söyleyebiliriz. Önleyici savaşlara verilen en klasik örnek İsrail tarafından gerçekleştirilen Opera Operasyonu’dur. Osirak Reaktörü iki kez vurulmuş fakat BM tarafından kınanmaktan kaçınılmamıştır. İsrail örneğinin verilmesinden Bush Doktrininin çevrelerce yankı bulduğu sonucuna varabiliriz. Tabi Amerika bunu insan hakları, özgürlük, demokrasi, ulusların kendi geleceğini kendi belirlemesi gibi masum gerekçelere dayandırsa da öldürdüğü insan ve yaptığı yıkımlar neticesinde orantısız davrandığı sarihtir. Zaten önceden karşılık verme unsuru sadece Bush Doktrininde yer bulur; BM buna atfı nazar etmez.
Nikaragua Davası ve Bush Doktrini Çelişkisi
Nikaragua Davası ile kontra ve teröre yardımın silahlı saldırı değil saldırı kapsamında olduğunu ve meşru müdafaa hakkı vermeyeceğini gördük. Fakat Amerika kendisine karşı tehdit unsuru bulunmasa bile müdahale edecek kadar geniş bir hukuk kuralını kendi elleriyle yaratmıştır. Taliban’a yardım edip eğitim kamplarına dokunmayan Afganistan’a ve nükleer silah iddiasıyla girdiği Irak’a karşı kendini bu doktrin ile savunmuştur. Nikaragua Davasında alınan kararla hiçbir yönüyle eşleşmeyen bu karar, bize hukukun güçlü devletlerin elinde bir oyuncak; güçsüz devletlere ise zulüm ve haksızlık amacı güden bir haksızlık haline geldiğini söylemek yanlış olmaz.
Birleşmiş Milletlerin Kuvvet Kullanma Perspektifi
BM ile getirilen kuvvet kullanma yasağı, BM üyesi olmayan ülkeleri de bağlar hale getirilmiştir. Bunun temelinde bu kuralın bir örf- adet kuralı olması yatmaktadır. Çağdaş hiçbir ülke de buna karşı gelmemektedir. Hatta bir devlerin diğer bir devlete kuvvet uygulayan devlete yardım etmesi de kuvvet kullanma kapsamına sokulmuştur. Meşru müdafaa ve Güvenlik Konseyi ile kuvvet kullanımı, bu yasağın iki istisnasıdır. Savaştan sıyrılarak barış ve adaletin tesisini isteyen insanlık, jus in bello (savaşta uyulacak kurallar) yerine jus in bellum (kuvvetin başvurulacağı haller) kavramına odaklanmıştır. Fakat bazı unsurların bu istisnalardan olup olmadığı konusunda bazı algılar vardır.
Günümüzde Ukrayna – Rusya Savaşı’nda gördüğümüz gibi daimi üyelerden birinin kuvvet kullanması durumunda oluşacak çıkmaz krizine karşı Genel Kurul’un harekete geçme yetkisi vardır fakat bu kararlar tavsiye niteliğindedir ve kuvvet kullanma istisnası kapsamında değerlendirilmez.
Bir devletin kuvvet kullanma tehdidi de kesin çizgileri olmamakla beraber yasaktır. Fakat her tehdidi de kuvvet kullanma yasağı olarak nitelendiremeyiz. Irak’ın Kuveyt’e kuvvet kullanacağını söylemesi hukuka aykırıyken; Türkiye’nin Kıbrıs Müdahalesindeki tehdidi hukuka uygundur. Bununla beraber her gerçekleşmekten uzak fiil ve söylemler, kuvvet kullanma tehdidi sayılmaz, istisna olarak nitelendirilmez.
Silahlı saldırı ile meşru müdafaa hakkı doğmaktadır. Fakat silahlı saldırı ile ağır bir kuvvetten bahsetmemiz gerekir. Orduların yapacağı küçük sınır ihlalleri bu kapsamda değildir.
İnsanı müdahale, kuvvet kullanma ilkesinin istisnası değildir ve devletlerin bu gibi durumlarda kendilerini haklı gösterecek başka belgeleri sunması zaruridir. Zira BM Antlaşmasının amaçları arasında bulunsa da öncelikli olmayan bir konudur. Olayların gelişimine göre esnetilmesinin aykırılık teşkil ettiğini söylemek, hümanist düşünceye ters düşmemize sebep olur. Hümanist sınır aşılırsa, birçok emsali bulunan soykırımların yaygınlaşması çok olasıdır. Belirli bir gruba mensup insanların öldürülmesi, ciddi şekilde bedensel ve zihinsel zarar görmesi, yaşam şartlarının kasten zorlaştırılması, doğumları engelleme gibi insanlık dışı unsurları hiçbir devlet savunmaz.
Comments